Merhaba. Ben Ankara’da avukatlık mesleğini icra eden, Ardahanlı bir annenin kızıyım. Meslekte onuncu yılıma yaklaşırken şimdiye dek edindiğim bilgi ve deneyimlerimi, siz hemşehrilerimizle paylaşmanın haklı gururunu yaşıyorum. Bilginin paylaştıkça çoğaldığına inanan bir avukat olarak gündelik hayatınızı biraz dahi kolaylaştırabilmeyi başarırsam ne mutlu bana.
Okumalarınızın, yasaların soğuk ve tozlu ruhundan sıyrılıp bir bardak çay eşliğinde, sohbet tadında geçmesini umarım. Her Pazartesi elimden geldiğince sizlerle sohbet etmek niyetindeyim. Ben hoş buldum, sizlere de hoş gelmeyi diliyorum. Bu ilk yazımda sizlerle 5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü vesilesi ile kadına yönelik şiddet konusu ile ilgili bilgiler paylaşacağım.
5 Aralık 1934 tarihinde Atatürk, Seçim Kanunu’nda değişiklik yapılmasını sağlayarak kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasını sağlamış. Bu tarihten sonra, tam 86 yıldır, her 5 Aralık, Dünya Kadın Hakları Günü olarak kutlanıyor. Maalesef günümüzde seçme ve seçilmeye hakkı olan kadınlar, ciddi biçimde şiddete maruz kalıyor. Hayatta kalma kaygısıyla boğuşuyor. Bu benle bazen hayata katılma fırsatına dahi erişemiyor.
Peki nedir şiddet? Bir kişiye yalnızca dayak atmak mıdır? Bu aşamaya kadar yaşanan kimi şeyler de şiddet olabilir mi? Evlilikleri bu aşamaya tırmandıran, şiddet emareleri neler olabilir? Yaşanan sorunları düşündüğümüzden daha kolay biçimde çözme imkanı olabilir mi? Dilerseniz bu konuyu birlikte ele alalım.
Şiddet tabiri caizse dayak atmak şeklinde fiziksel biçimde olabileceği gibi başka şekillerde de kendini gösterebilir. Kişinin vücut bütünlüğü ile manevi bütünlüğüne halel getiren her şey şiddettir. Bir kişiye bağırmak da onun bir eşyasını fırlatmak da tartışırken kapıyı çarpmak da şiddettir. Birine ses yükseltmek, aşağılayıcı söz sarf etmek, hatta küçümser biçimde bakmak da şiddettir. Biz, hareketlerimizin karşıdakini incittiğini, üzdüğünü, onun manevi dünyasını zedelediğini fark dahi etmeyebiliriz; ancak bu şiddeti maalesef ortadan kaldırmaz. Bazen gelenek ve göreneklerimiz, alışkanlıklarımız, bize normal gelen şeyler, şiddet kapsamına girebilir. Önemli olan, bunların hata olduğunu fark ettikten sonra öncelikle özür dilememiz, sonra ise hatalarımızı düzeltmeye gayret etmemizdir.
Yani hayatlarımızı yaşanır kılmaya doğru yürekli adımlar atmaya hevesli olmamızdır. Benim boşanma davalarında en çok ilgimi çeken şey, şiddetin kendini ilk gösterdiği aşamalardır. Örneğin, düğün gecesi yahut nişanda, ziynet eşyalarının paylaşılması aşaması, şiddetin kendini en sık gösterdiği zamanlardan biridir. Henüz evlenmenin heyecanı ve belki de düğünün stresi içerisinde olan çiftlerin, birbirlerinin hayatlarına adım attıkları bu ilk zamanda, karşıdakine karşı hassas davranmaları yapacakları en doğru şeydir. Daha yolun başında ziynet eşyalarının hesabına ilişkin yapılan tartışmalar, gösterilen kimi dayatmalar, evlilik ilişkisinin temeline adeta dinamit yerleştirmek gibidir.
Bir dosyamda, erkeğin ailesi düğün gecesi ziynet eşyalarını oğullarından teslim almıştı. Erkek ise eşine hiçbir şey açıklamadan, kültürlerinde genelde böyle olduğu için altınları direkt teslim etmişti. Bu durum, karşıdakinin iç dünyasında, sevilmemek ya da altınlar için evlenilmiş gibi hissetmek; yani değer görmüyor hissetmek şeklinde karşılanmıştı. Yaşanan aile baskısı ve maddi kaygılar nedeni ile çiftler, maalesef birbirlerine, evliliğin temeli olan sevgi ve sıcaklığı hissettiremediler. Daha sonra fark ettim ki boşanma kararı yıllar sonra alınsa bile birçok müvekkilimin yaşadığı ilk kalp kırıklıkları, yani uğradıkları ilk psikolojik şiddet örnekleri bu zamanlara dayanıyor. Çoğu kadın, benimle konuşmadı bile, yüzüme bile bakmadı, bana sormaya gerek dahi duymadı diyerek gözyaşı döküp derinden sarsılmış oluyor inanın.
Ailelerin bu konularda daha hassas olması, çiftlerin bu konuda gönül rızası ile hareket etmesini beklemeleri çok önemli. Bilindiği üzere düğünde takılan ziynet eşyaları, yasal olarak kadına aittir. Kadın, eğer ailesine katkı sunmak üzere bunları eşine verecekse, bunu kendi rızası ile vermiş olmalıdır. Aksi halde yıllar geçse dahi bunları dava yolu ile alma hakkına sahiptir. Bir şekilde, huzuru korumak adına gönülsüzce yapılan her şey, ilişkideki güven ilişkisinin oluşmasını zorlaştırıyor. Evlilik birliğinde ise eşler birbirini güvende ve seviliyor hissettirmelidir.
Evliliğin temeli olan yuva hissi, kendini ait ve güvende olduğunu bilmekten geçer. Bu her iki taraf için de bir yükümlülüktür. Aksi halde psikolojik şiddet kendini göstermiş oluyor. Bilerek ya da bilmeden, buna vesile olmuş olmanın ise hayatımızın ileriki aşamalarında daha güç tezahürleri ile karşılaşabilmekteyiz. Bu ilkyazıma Yunus Emre’nin dizeleriyle son vermek istiyorum:
Kırma dostun kalbini,
Onaracak ustası yok.
Soldurma gönül çiçeğini,
Sulamaya ibrik yok.
Haftaya Pazartesi görüşmek dileğiyle.
Avukat Çiğdem DURKAN
Yazar hakkında:
1986 doğumludur. Ankara’da serbest avukatlık yapmaktadır. Birçok alanda dava deneyimi olan Avukat Çiğdem DURKAN, çeşitli dergilerde yazı ve makaleler yazmış, gönüllü toplumsal faaliyetlerde bulunmuş, Ankara Barosu kurullarında ve kimi sivil toplum kuruluşlarında yer almıştır.
Soru, görüş ve öneriler için;
[email protected]